Papua Yeni Gine’nin derinliklerinde küresel dünyadan ve kapitalist sistemden bağımsız olarak yaşayan ilkel bir kabile bulunmakta: Toulambi kabilesi. Bu insanlar çok uzun yıllar boyunca dış dünyayla hiçbir iletişim kurmamış ve yaşamlarını kendi kendilerine sürdürmeyi başarmışlar. 1990’larda ise Jean-Pierre Dutilleux isimli bir adam, bu kabilenin yaşadığı yere giderek onlarla etkileşime giriyor. Tribe meets the white men for the first time adlı belgesel tadındaki kısa filmde, işte bu karşılaşma gözler önüne seriliyor.

Peki Dutilleux, modern dünya dillerinin hiçbirini konuşmayan, hatta görene kadar beyaz ırkın var olduğuna bile inanmayan bu insanlarla nasıl iletişim kuruyor? Çeviri aracılığıyla tabii ki. Bizim bugün çeviriden anladığımız, farklı diller konuşan insanların birbirleriyle iletişim kurabilmesini sağlamak amacıyla, söz konusu iki dili birden yetkin olarak konuşabilen kişilerin iletmek istenenleri çevirmesi olabilir; ancak burada bahsettiğimiz çeviri tam olarak böyle değil. Bu kabilenin ve Dutilleux’nun dillerini konuşan ortak bir kişinin varlığı söz konusu olmadığına göre, çeviri etkinliği nasıl gerçekleştirilmiş olabilir?
İlk etkileşimin ve karşılıklı güvenin sağlanmasından sonra Dutilleux, kabilenin dilini anlayabilmek için çeşitli nesneleri gösterip jest ve mimikleriyle onların ne olduğunu soruyor, kabilenin verdiği cevabı not ediyor ve daha sonrasında nesnenin İngilizce adını söylüyor. İşte aralarındaki iletişim de bu şekilde gerçekleşmiş oluyor.
Dutilleux, sıtmadan muzdarip olan bu kabileye, ayrılmadan önce ne olduğunu ve nasıl kullanılacağını açıkladıktan sonra sıtma ilacı bırakıyor. Peki bundan ne sonuç çıkarabiliriz? Aslında varmak istediğimiz nokta şu: daha önce hiç bilmedikleri bir nesne ile tanışan bu kabile, onun ismini de yine bu ziyaretçiden öğreniyor, öyle değil mi? Yani çok yüksek ihtimalle bundan böyle sıtma ilacına hitap ederken onun çeviri yoluyla öğrendikleri İngilizce adını söyleyecekler. Bunun sonucunda ana dillerine yeni bir kelime eklenmiş olacak.
Bu olay, çevirinin dilleri ve kültürleri nasıl etkilediğine dair sadece bir örnek. Bizler, çevirinin çok önemli bir rol oynadığı bu küresel dünyanın içine öyle gömülmüş durumdayız ki, çoğu zaman bunun dilimizi ve kültürümüzü nasıl etkilediğini fark edemeyebiliyoruz. Oysa bir milletin dil bilincinin oluşmasında ana dilin olduğu kadar, o dilin etkileşimde bulunduğu yabancı dillerin de payı bulunmakta. Ülkeler, çeviri aracılığıyla dil ve kültürlerini zenginleştiriyor ve dış dünyayla etkileşime giriyorlar. İşte bu yazımızda biz, çeviri etkinliğinin Türkçemizi nasıl etkilediğinden bahsetmek istiyoruz.
Bilindiği üzere en genel tabiriyle çeviri, güçlü olandan güçsüz olana yapılma eğilimindedir. Dünyayı pek çok alanda domine eden ülkeler ve onların dilleri, diğer dünya dilleri üzerinde daha büyük bir etkiye sahiptir, çünkü gelişmekte olan ülkeler çevirilere daha çok bel bağlarlar. Erek kültürün ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkan çeviri, bu ülkelerde bir gelişim aracı işlevi görür. Bunun sonucunda, çeviri aracılığı ile farklı milletlere ve bizim durumumuzda Türkiye’ye getirilen yeni kavramlar, çoğu zaman çevrilmeden, ödünç alındıkları şekil ile kullanılırlar. Yabancı dillerden dilimize geçen bu tarz sözcükler, çevirinin dil üzerindeki etkisine bir örnek olarak verilebilir.
Diğer dillerden kelime ödünç almak her zaman sanıldığı kadar zararlı değildir. Eğer bunu kontrollü bir şekilde gerçekleştirirsek, o zaman bu durum dilimizin zenginleşmesiyle sonuçlanır. Asıl sorun, Türkçede karşılıkları olduğu halde bunların yerine yabancı sözcük kullanmaktır. Yabancı dil özentiliği olarak da adlandırılan bu durum, dilimizde kirliliğe yol açabilir. Görüşmek üzere yerine “bye bye” demek bu durumun dilimize yerleşmiş örneklerinden birisidir. Bu tarz ifadelere en çok rastlanan alan ise, daha önceki bir yazımızda bahsettiğimiz plazalar ve oralarda kullanılan dilidir. Toplantı set etmek, bir şeylere focuslanmak tarzı Türkçe olmayan, ama aslında Türkçede karşılıkları bulunan bu söylemler iş dünyasında havada uçuşmaya başladı. Bunları kullanmaya gerek var mı, ya da bunları kullanmak dilimizi uzun vadede nasıl etkiler? Bu sorulara siz cevap verin.
Çeviri, anlaşıldığı üzere dili büyük ölçüde etkileyen bir eylemdir ve yukarıda değindiğimiz gibi kontrollü olunduğunda dili zenginleştirebilir. Üstelik sadece bununla kalmaz, çevirinin dilin kullanımını etkilemesi de söz konusu olabilir. Nasıl mı? Gelin açıklayalım.
Türkçeyi etkili ve güzel konuşan insanların ortak özelliklerinden birisi çok kitap okuyor olmalarıdır. Kitap okumak dil becerilerimizi ciddi ölçüde geliştirir. Peki bunda çevirinin nasıl bir rolü var? Bir Dostoyevski kitabı olan Suç ve Ceza’yı ele alalım. Raskolnikov’un yaşadıkları yüzünden beyin humması geçirmesini düşünün. Nedir bu beyin humması denen şey? Bir hastalık, hatta bazen ölümcül bir hastalık olduğunu biliyoruz ama çevrenizde hiç beyin humması geçiren birine rastladınız mı? Eğer rastlasaydınız bunu çok dehşetengiz bulabilirdiniz.
Bazen çevirmenler, kaynak dildeki bir kavramı erek dilde tam olarak yansıtabilmek için bu çeşit ifadeler icat edebilir ya da az kullanılan sözcükleri tercih edebilirler. Bu durumda eğer söz konusu eser popülerse ve çok kişi tarafından okunuyorsa, orada geçen alışılmadık sözcükler veya kavramlar bir anda günlük dilimize yerleşebilir. Bu durum çevirinin dil üzerindeki etkisine bir başka örnektir.
Çeviri, hayatımızın her alanında olduğu gibi, yakın zamanda da hiçbir yere gitmiyor. Küresel dünyanın büyümesini devam ettirmesi, farklı dil ve kültürlerden insanların iletişim kurabilmesi ve gelişmekte olan ülkelerin gelişmeye devam edebilmeleri için gerekli olan bu eylemin, olumlu olduğu kadar olumsuz sonuçları da var. Önemli olan ise, bizlerin bunların bilincinde olarak hareket etmemiz. Aksi takdirde güzel Türkçemiz, zenginleşmek yerine gittikçe daha çok kirlenebilir.
Referans:
Yücel, Faruk. Çeviri Etkinliğinin Ana Dil Üzerindeki Etkisi. C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi. Aralık, 2006. Cilt: 30, No: 2, s. 223-235